SİTE: Ana Sayfa
  • Increase font size
  • Default font size
  • Decrease font size
Arama

Hamileler Kulübü

Tuzun Evrensel Sırları

         alt

Dünyada yaklaşık yedi milyon kilometrekare tuz bulunuyor. Ama sadece kapladığı alanla, yemeklere verdiği

tatla, sebze, et ve balıkların bozulmasını engelleyen koruyucu özelliğiyle değil, kutsal bir sembol olmasıyla da

tarih sayfaları arasında yerini alıyor tuz.

Antik Yunan düşüncesine göre toprak, hava, su ve ateşin tümünü

içerdiği için kutsal bir sembol. Birçok dinin şeytan çıkarma ayinlerinin de bir parçası.

Bu kadarla kalmıyor; tuz,

günümüzde birçoğu sağlık alanında olmak üzere 14 bin ayrı ürünün imalatında kullanılıyor. Bizler artık her şeyi

daha çok kendi içimizden gelerek yapmaya başlamalıyız. Çocuklarınızın okula götürmesi için sevecenlikle

hazırladığınız bir tost ekmeğinde, 5 yıldızlı bir otelin menüsünden çok daha fazla enerji olduğu söyleniyor.

Eskiden yemekler neden kutsanırdı? Tabi ki onlarla rezonansa girmek için.

Bunun dindarlıkla hiç ilgisi yok.

Bu doğayla tekrar bir olmak için, ahenkte olmak için. Bazı çiftçiler ayın ritmleriyle işlerini yaparlar. Biz bunu su

ile denedik. Örn. dolunay ve yeni ayda aynı yerden su alıp kimyasal analizini yaptırdık. Sonuçta bu suların

sanki farklı kaynaklardan elde edilmiş gibi bir sonuca vardık, çünkü dolunayda alınan suda çok daha fazla

oksijen ve daha az nitrojen mevcuttu. Bunun sonucunda da suda farklı basınç durumlarının ve böylece de farklı

mineral yapı oluştuğu görüldü. Daha derinlere indiğimizde suyun doğal bir homeopatik olduğunu görüyoruz.

Peki homeopati nedir?

Örn. D 23'e kadar (23 katı) sulandırarak, aslında orijinal maddeden suda hiçbir şey

kalmamasına rağmen iyileştirebilmektir.

Fakat bizim için önemli olan madde değil, bizi ilgilendiren onun enerji

içeriği.

Homeopatik bir ilaç ne kadar çok sulandırılırsa daha etkili oluyor.

Çünkü onu yavaşlatan madde

enerjisinden arındırıp enerjilerinin rahat akışını sağladığımız için.

Buradan yola çıkarak şimdi tuz'a geçiyoruz ,

sözüm ona `beyaz altından - beyaz zehire'.

Mutfağınızda bulundurduğunuz tuz, tuz değil, sadece NaCl.

Bildiğimiz tuzun ana ögesi ne kadar çok NaCl olsa da aslında doğal tuz kimyasal olarak çok daha fazla

elementten oluşuyor. Bunlarda bilinen yaklaşık 84 element, ve NaCl de bunun sadece 2 tanesini

oluşturuyor. Doğa, aslında doğal olan her şeyde tamamın olmasını sağlıyor. Buna bakarak insan bedeni

de sadece su ve tuzdan oluşuyor, ve bu tuz da aynı doğadaki tuz gibi bu 84 elementten oluşmakta. Ve

öğrendiklerimize göre, önemli olan elementin kendisi değil, onun içerdiği enerji, enformasyonu, dalga

boyu veya frekans deseni.

Doğal tuzda fizik bedenimizde de bulunması gereken tüm elementler mevcut.

Ve vücudumuzda herhangi bir

element eksik olduğunda da bunun tuzda mevcut olduğunu biliriz.

Bu da %100 rezonans demektir. 1897

yılında, bay Schüßler (Schüßler tuzları'nın kurucusu)

insan bedenlerinin yakıldığında geriye kalanın tuz

olduğunu tespit etmiştir.

Modern bir çöp yakma tesisine gittiğinizde depoların beyaz tuz artıklarıyla dolu

olduğunu görürsünüz..

Maddeyi de oluşturan budur.

Böylece tuz da bir platonik şekil oluşturuyor.

Suyun tetraeder şekli , kuvars'ın heksagonal şekli, tuzun da küp şekli var,

5 platonik şekillerden biri.

Bu küp'ün içinde,

kristal kafesinin içinde tüm frekans desenleri mevcut.

Bedeninizde tuz olmasaydı hiçbir düşünceyi

düşünemeyeceğinizi biliyor muydunuz?

Eskiden yemeklere tuz, yemeklerin tuzlanması için değil, düşünme yetisine sahip olabilmek için konulurdu.

Kiliselerdeki takdis edilmiş su, belli bir titreşim karakterini aktarmak için kullanılıyor. Veya çocukların vaftiz

edilmeleri örneği: çocuğa kendi içindekilerini hayatında güçlendirerek çıkarabilmesi, tanıyabilmesi için vaftiz

suyu ile titreşimler verilmekte. Eskiden tuz hakları, tuz savaşları, tuz yolları diye terimler mevcuttu. Tuz'un

atom yapısı moleküler değil, elektriksel olarak görünüyor. Tuz'u suya koyduğumuzda ve çözüldüğünde,

SOLE, yani bunların oluşumunun 3 . boyutu ortaya çıkıyor. Ve böylece iletkenlik meydana geliyor. Ve

suyu buharlaştırdığımızda tekrar tuzu elde ediyoruz. Bu karşılıklı tesirden dolayı tuzun nötr gücü var, böylece

bedende tuz ile her şeyi dengeleyebiliriz; bedenin içinde, dışında, tüm titreşim oranları tamamen

nötralize edilebilir.

Belki eski geleneklerden tanırsınız, yeni evlilerin evlerinin dört köşesi de tuzlanırdı, bunu da kötü ruhları kovmak veya uzak tutmak için diye açıklanırdı,

o zamanın kötü ruhları bugünün negatif  enerjileridir.

Artık bugün sadece tuzun kristalin yapısından dolayı radyasyon durumlarını nötralize etmek mümkün

olduğunu biliyoruz. Örn. atom çöpü olan radyasyon artıkları tuz depolarında saklanıyor. Bu da tuz'un

sırrı, bu sır da onun geometrik şeklinde saklı. Tuz'un içinde fizik bedeni de oluşturan her tür titreşim oranının

mevcut olduğu çok eskilerden beri bilmektedir. Örn. bir başbakan, Cumhurbaşkanı Polonya'ya gezi'ye

gittiğinde kendisine bir ekmek ve tuz verilir, dostluğun simgesi olarak bir misafir hediyesidir bu. Ve o kişiyle

de dost olunur. Masada tuz'unuzu paylaştığınız kişiyle dost olursunuz, çünkü onunla aynı frekansta

titreşirsiniz. Bütün bu mitolojiler bizi düşünmeye sevk etmeli. Tuz kelimesi Latince'den `salare'den gelmekte,

bu da İngilizce'de salary olarak mevcut.

Eskiden Romalı bir asker beyaz altını maaş olarak paraya tercih ederdi. Haçlı seferler Kudüs'ü dinsizlerden

kurtarmak için değil, Ölü deniz'de tuz haklarını elde edebilmek için yapılmıştır. Bu beyaz altının anlamını ve

önemini doğru anlamak için tarihi doğru anlamalıyız. Sal kelimesi Latince'de `sol' kelimesinden geliyor, bu da

Sole, yani su ve tuz'un oluşturduğu karışımın adı, yine aynı zamanda Latince'de ve İtalyanca'da Sol : güneş

demektir. Böylece `sole' sıvı güneş ışığı, biyofotonlar, ışık kuvantları, anlamındadır. Bir çok insanda,

bedenlerinde sodyum klorür fazlalığı olmasına rağmen, tuz eksikliği olduğunda, aslında damarlarında ışık

olmadığı anlaşılmalıdır, bedenlerinde bütünselliği kaybetmişlerdir.

Dünyadaki tuzlar nereden geliyor?

Milyonlarca yıllar önce, 250 milyon yıla kadar mevcut ana deniz güneşin de etkisiyle kurumuştur. Kuruma

esnasında 84 elementin elektromanyetik güçleri tuzun kristal kafesleri arasına bağlanmıştır. Enteresan olan da,

bu ana denizin içindeki tuz konsantrasyonu aynı bizim fiziksel bedenlerimizde olduğu gibi oluşu , bu da %

0,97. Ve yine enteresan olan, tuzun içerdiği elementlerin aynıları bedenlerimizde de mevcut. Aynı güneş

ışığında olduğu gibi, kristalin `sole' karışımını belli bir ışınım oranına maruz bırakınca, birkaç hafta

içinde `hiç yoktan', aslında `her şeyden' amino asitlerin oluşmaya başladığını görüyoruz. Canlılığı

oluşturan albümin yapıtaşları, yani organik yaşam oluşmaya başlıyor. Neden ? Sole'nin içinde `hiç bir şey' değil

de `her şey' olduğu için !.

Şimdi Kimya'dan Fizik'e geçelim: örn. dışarıdan vitamin aldığımızda, mesela

askorbikasit (C vitamini), ve biyokimyasal olarak kan değerimizi ölçtürdüğümüzde, kanımızda C vitamininin

oranı yüksek çıkacaktır. Fakat bu yeni madde görevini yerine getirebiliyor mu? Her vitamin de bir

enformasyon, yani bilgi taşıyıcıdır. Konu bilgiyi taşıyan madde değil, konu enformasyonun, yani bilginin

içeriği.

Vitamin nedir?

Çoğu kişi vitamini, bedenin kendisi üretemediği bir madde olduğunu sanıyor ve bu yüzden dışarıdan alınması

gerektiğini düşünüyor. Burada yine düşüncede bir bağımlılık oluşturuyoruz. Bir vitamin, çeşitli elementlerin

moleküler bağlantısından başka bir şey değildir. Örn. C vitamininde belli bir geometri oluşturup, moleküler

yapıyı oluşturan karbon elementidir en etken olan. Ve enteresan olan, bizim vitamin diye adlandırdığımız tüm

elementler aslında bedenlerimizde mevcut. Bunu da ispat edebiliyoruz. Ve bedeninizin C vitaminini kendi

üretemediğine de inanmayın. Dünyada 10.000 lerce insan artık katı madde almaksızın, sadece su ile

besleniyorlar. Şimdi sadece hayvanların C vitaminini üretebileceklerini sanıyorsanız, onları da bizim

beslendiğimiz gibi konserve ve işlenmiş gıdalarla beslerseniz, onlar da bu yetilerini kaybedecekler. Biz de

beslenmemizi tekrar eskisi gibi, olması gereken gibi uygulasak, yani meyve ve hububatlar, meyva

sularının özlerinden , strüktürlerinden, ihtiyacımız olan tüm enerjileri alabilir ve biyokimyasal anlamda

vitamin dengemizi kendimiz sağlayabiliriz. Örn. B12 vitamini önemli bir sinir vitaminidir, genel söylentilere

göre bedenimiz bu vitamini kendi üretemez, fakat 3 yıla kadar depolayabilir. ve bedendeki stok tükendiğinde

sinir hastalığı oluşabilir. Bu yüzden vejetaryenlere et yemedikleri için, ve B12 vitamininin sadece hayvansal

gıdalarda olduğu varsayıldığı için , daha çok süt ürünleri yemeleri tavsiye edilir. Vejetaryen ve `veganer'

(hayvansal hiçbir ürünü de yemeyenler) ve normal beslenenler arasında yapılan bir karşılaştırma çalışmasında

en yüksek B12 değeri `veganer' grubunda tespit edilmiştir. Bağırsak florası hayvansal albümin tarafından

işgal altında değilse, kendi B12 vit. oluşturabiliyor. Vitamin aldığımızda da doğal vitaminler aldığımız

söylenip sakinleştiriliyoruz.

Peki, doğal özü çıkarılmış ürünler nedir? Örn. C vit., askorbik asidi doğal ortamından çıkardığımızda, mesela

bir meyveden, bize enformasyonunu, yani enerjisini hala verebilecek mi diye düşünmeliyiz. 1999 yılında Berlin

Teknik Üniversitesinin 5-yıllık bir araştırma çalışması tamamlanmış ve her gün askorbik asit alan kişilerin

bağırsak duvarlarında deliklerin oluştuğu görülmüştür. Askorbik asit bütünselliğinden ayrıştırılarak elde

edildiğinden agresif hale gelmiş ve bunun yanı sıra da biyofiziksel olarak hiçbir enformasyon taşıyamadığı

görülmüştür. Bu da, örneğin birisiyle konuşmak istiyorum, fakat bütün bedenine ne gerek var, sadece kafasını

kullanalım, ağzı nasıl olsa orada diye düşünmeye benzer. İşte böyle bütünselliği bozuyoruz. Aynı olay doğal

tuzu kullandığımızda gerçekleşiyor.

İyofiziksel olarak baktığınızda tüm enformasyonu alabiliyor ve biyokimyasal olarak da tüm bedenimizi

dengede tutan elektrolit dengemizi koruyor. Herhalde okul zamanlarınızdan yaptığınız bir deneyi

hatırlarsınız. Sadece suda iletkenlik mevcut değil, fakat suya biraz tuz ilave ettiğinizde deney lambanız

yanar. Aynı şekilde sizin içinizdeki lambalar da yanar, sizin de iletkenkenliğiniz gerçekleşir. Bedende

herhangi bir yerde gevşek kontaktınız oluştuğunda, bir yerleriniz ağrımaya başlar ve bir süre sonra

kronikleşir. Bu durumda eski iletkenliğinize kavuşabilmeniz için doğanın tuzuna ve suyuna ihtiyacınız

var, rafine edilmiş ürünlere değil. Ufak bir deney yapmanızı tavsiye ederim: dilinizin ucuna biraz tuz

serpin ve ne kadar dayanabileceğinize bakın, yaklaşık 30 san. sonra dilinize sanki delik delinirmiş gibi

hissedeceksiniz, hatta ağzınızı yıkadıktan çok sonra bile hala diliniz uyuşuk olacak, NaCl bu kadar

yakıcıdır. Artık tıp bile tuzsuz beslenmemizi öneriyor. Ve gerçekten de bu söz konusu tuzdan mümkün

olduğunca az almalıyız. Yine de bedenimizin tuz ihtiyacı olduğu için günde 0,2 g tuz almalıyız. Fakat diğer

rafine gıdalardan dolayı zaten istemeyerek 12 gr. A kadar günde tuz almış oluyoruz. Tuzun bedendeki

fonksiyonu , bedenimizin fiziksel anlamda bir arada tutulabilmesi , osmoz işleminin çalışmasını sağlamasıdır.

Aksi taktirde 100 litre su bile içseniz, bedeninizde tuz olmayınca yine de susuzluktan ölürsünüz, çünkü tuzun

sayesinde aldığınız su hücrelerinize bağlanabiliyor, hücreleriniz elektriğine kavuşuyor ve düşündüklerinizi

uygulamaya imkan buluyorsunuz. Ve bedeninizdeki tuz oranı da sizin düşünme kapasiteniz ve şuur

derecenizle eşdeğerdir. Tuz olarak tanımladığımız NaCl'nin bedenimiz üzerinde yüksek agresiviteli bir

etkisi vardır. Deri ve genelde böbrekler, bu NaCl'yi tekrar ayrıştırmamızı sağlarlar.

Ancak yaşımız ve bünyemize göre sadece belirli bir miktarını ayrıştırabiliriz, günde yaklaşık 5-7 gramını, daha

fazlasını değil. İlginç olanıysa, bizim günde sadece endüstriyel gıdalardan, yani konservelenmiş gıdalar olan

hazır gıdalardan 12- 20 gram NaCl aldığımızdır ki, henüz bunun içinde kendimizin kattığı tuz yoktur. Bu

şekilde bedenimize ayrıştırabileceğ imizden çok daha fazla NaCl almış oluruz. Bedende ayrıştırılamayan kalan

NaCl'den bedenimiz kendisini bir şekilde korumalıdır, yani bu agresiviteden. Örneğin bir deney yapalım; 2

adet akvaryum alalım ve birinin içine doğal deniz suyu koyalım ve balığın yaşaması için gereken ortamı

sağlayalım, diğer akvaryuma tuzlu, yani NaCl'li su koyalım ve aynı şekilde balığın yaşaması için gereken

ortamı sağlayalım. Şimdi eğer balıkları içine koyarsanız, deniz suyunda olan balığın normal yüzdüğünü,

diğerinin ise 2-5 dakika sonra zehirlenerek öldüğünü görürsünüz. Bu balıklar bedeninizdeki hücrelerdir

ve siz böyle bir ortamda yaşayabileceğinizi düşünüyorsunuz. İşte bu nedenle bedeniniz sizi kendisinden

korumaya çalışmaktadır.

Bedeniniz, ayrıştırılmamış olan tuzu bir şekilde nötralize etmek zorundadır ve bunu "değerli " hücre suyunuzla

yapmaktadır. Hücrenizin canlılığını sağlayan şey, bedeninizdeki NaCl'yi izole etmek için, nötralize etmek için

şimdi kurban edilmek zorundadır ve her defasında 23 katı miktarla. Ayrıştırılamayan her gram NaCl yüksek

değerli, yüksek yapılı hücre suyunuzun 23 katına bağlanmak zorundadır ve bununla birlikte hücreleriniz ölürler,

bu şekilde bedeniniz kurur. Ve sonrasında aynı ilkbaharda bodrumunuzdan çıkardığınız elmaya benzersiniz,

kırışıktır ama hala elmadır, işte bu da bizim yaşlanma sürecimizdir. Bazı insanlar ileri yaşlarda genelde sadece

%58 sıvı ihtiva ederler. Tam bu durumda çok su içmek gereklidir, günde en az 2 litre , ancak yaşlılıkta insanın

artık susuzluk hissetmez, çünkü susuzluk hissi artık yoktur, çünkü bedende çok az tuz vardır, ancak bu durumda

osmose sağlayan tuzdan söz etmekteyiz. Ve eğer tuz alırsanız, o zaman doğal bir susuzluk hissiniz olur. Ancak

biz "Tuz"dan bahsediyoruz, NaCl'den değil! Beden, ancak belirli bir dereceye kadar hücre suyunu nötralize

etmek için kurban edebilir, çünkü daha fazlası ödem oluşumuna sebep olur. Bunlar, hazır gıdalarla almış

olduğunuz diğer anorganik cüruflar için mükemmel bir çöplük olarak hizmet eden su dokularıdır. Ve birdenbire

ağırlaştıkça ağırlaşırsınız. Şimdi beden kendisini tekrar korumak zorundadır.

Koruma için bedenin bir sonraki adımı rekristalizasyondur . Kristallerin basınç ile büyüdüklerini öğrenmiştik.

Ve bunlar dağlarda büyürler. Bedenimizin dağları da kemiklerimizdir. NaCl rekristalizasyona başladığında

kristaller buralarda büyümeye başlar. Ancak bunun için NaCl daha hayvansal albümine ihtiyaç duyar. Ancak

bedeninize aldığınız tüm elementlerin öncelikle ayrıştırılmaları gerekmektedir. Ve bu da albüminde amino

asitler demektir, bunların teker teker kombinasyonları ile , bunun için 347 trilyon kombinasyon mümkün,

bedensel albümin oluşabilir, diğer adı ile kas dokusu. Fakat bu amino asitlerin tümü örn. hayvansal albüminde

bulunmayan Lysin veya Triptosan gibi, katılamadığında gerekli olan 347 trilyon kombinasyon imkanları

oluşamaz. Ve böylece almış olduğunuz albüminin hiçbir değeri olmaz, bedeninizde küçük kristaller olarak

kalır. Bunu, karanlık zemin mikroskopisi yapan doktorunuzda kendi kanınızla yaptırabilir ve böylece bu

yöntemle ışık yandan gelerek kanınızın üç boyutlu halini, yani canlılığını görebilirsiniz. Böyle bir deneyden

önce bir bardak süt içerseniz, sindirilemeyen albüminin nasıl da nereye gideceğini bilemediğini görürsünüz.

Albümin vücuttan dışarı çıkabilmesi için asit ürik geliştiriyor. Vücut, bu asit ürik'in sadece bir kısmını

atabiliyor, bir kısmı da bedende NaCl ile birlikte kemiklerin üzerinde kristal tortular oluşturuyor, kemiklerin

kalınlaşmasına sebep oluyor. Mafsalların üzerinde oluşan bu kristallenmeden dolayı sürtünme oluşuyor.

Sürtünme de iltihaplara sebep oluyor.İltihaplar şişmelere sebep oluyor ve sinirlerin üzerinde oluşan baskıdan

dolayı ağrılarınız başlıyor.

Doktora gittiğinizde de size romatizma, artrit, artroz, gut teşhisi konulacaktır. Kemiklerinizin üzerinde birikmiş

olan bu "çöpler" den dolayı ölmek istemiyorsanız, onlardan kurtulabilmeniz için rafine işlemiyle ayrıştırılmış

olan antagonistlere ihtiyacınız var. Size tavsiyemiz:kendinizi rafine edilmiş İnorganik olarak moleküler bir

yapı oluşan ürünlerden ve insanlardan koruyunuz. Sonuçta, damarlarınızdaki tuz sayesinde bedeninizde

ölçülebilir enerji, ölçülebilir elektrik oluşuyor. Örn. hastaneye götürülmek üzere ambulansa alınan bir

kazazedeye tuz infüzyonu verilir, kana destek olmak üzere değil, elektrik devresini tamamlamak için. Devre

kapanamadığı taktirde, ışıklarınız sönecektir. Bunun için de NaCl'ye değil, gerçek tuza ihtiyacınız var. Bu

tuzun içindeki tüm anatagonistlere, yani diğer tüm elementlere ihtiyacımız var. Aynı çamaşır makinasının

kireçlenmesinde kullandığınız Kalgon tuzu gibi, bedeninizde de moleküler bağlantıları çözüp atmanız lazım.

İnorganik olarak oluşan moleküler bağlantılar tekrar düzene maruz kalarak parçalanıp, çevreleri su ile

kaplanarak, hidratize olarak, iyonlar halinde dışarı atılabilmekte.

Çamaşır makineniniz de kullandığınız Kalgon hapları da tuz haplarıdır, kendinize de böyle bir "tuz tableti"

verin, vücudunuzda oluşan inorganik moleküler bağlantılar tuzun sayesinde kırılsın ve suyun sayesinde de

vücudunuzdan atılabilsin. Tuzun çözelti etkisi elektriksel yapısından kaynaklanıyor, bu özelliği de

endüstride kullanılmakta. Dünyadaki tuz üretiminin %93-94'ü direkt olarak endüstriye gidiyor. Onsuz

ne plastik, soda, yumuşatıcılar, deterjanlar, ne de yağlar, üretemezdik. Kimyasal ayrıştırma işlemleri

için en temiz NaCl gerekli. Bu işlemler için doğal tuzun içindeki diğer elementler kimyasal reaksiyonları

etkileyeceğinden önce rafine işlemleri ile çıkarılarak sadece NaCl'in geri kalması sağlanıyor. Bu işlemler

için ayrıştırılan tuz'dan endüstride kullanılmayan %6'lık kısımda gıda sektörüne aktarılıyor. Bu yüzden

de eskiden uğruna savaşlar verilen tuz, diğer adıyla beyaz altın, artık çok ucuza her yerden elde

edilebiliyor. Ama elinize geçen tuz artık gerçek tuz değil, elinizde bir artık mahsul tutuyorsunuz, bu da

yoğun agresivitesinden ve fiyatından dolayı gıda sektöründe gıdaları uzun süreli muhafaza etme

işleminde, konserve işleminde kullanılıyor ve tüm hazır gıdaların uzun ömürlülükleri bu şekilde

sağlanıyor. Kalan bir kısım da yemek tuzu olarak, içine bir de ayrıca mineraller eklenerek, örneğin iyot,

sofralarımıza geliyor. Fakat vücudunuzda fazla nitrat bulunduğunda bu iyot sindirilemez, bunun için önce

fazla nitratı dışarı atabilmeniz gerekir.

Almanya'da artık endirekt olarak iyot ilave ediliyor; her fırıncı, her kasap bu tuzu kullanmak zorunda. Fakat bu

iyotlama işleminden sonra hastalıkların oranı %28 arttığı da gözlenmiştir. Kalp çarpıntıları, kalp ritm

bozuklukları, yorgunluk, konsantrasyon eksiklikleri, uzun süre iyileşmeyen yaralar, kronik akne gibi

rahatsızlıklarda artışlar mevcut. İyot alımı ile bedeninize yüksek agresivitesi olan bir metal almış

oluyorsunuz. Buna ilaveten tuzlarınıza bir de fluor ilave edildiğinde, irade gücünüz tamamen zayıflıyor.

Tuza, kimyasal isimleri çok fazla yer tutacağından üzerinde hiçbir zaman yazılmayan ve zaman zaman

harfler ve rakamlarla kısaltılan (E-530, E-533, E 550 gibi) maddeler de ilave ediliyor. Örn.sofra tuzunun

iyi serpilebilmesi için alüminyumhidroksit ilave ediliyor. Ve bu tuzu çocukluğunuzdan itibaren

yiyorsanız, Alzheimer hastalığına yakalanmama şansınız da çok düşüyor. Beyninizde sinir iletişim

hatlarında içtepiler iletilemedikçe, adınızı bile hatırlayamazsınız. Ve siz tekrar gerçek doğal tuz almaya

başladığınızda, bedeninize ihtiyacı olanı, eksik olanı sağlayarak kendinizi şifalandırırsınız. Fiziksel veya

manevi şekilde biriktirdiğiniz her şey önce tekrar ortaya çıkar, bundan dolayı önce ağrınız olan

yerinizde iltihaplanma oluşur ve ardından iyileşme gerçekleşir. Doktorunuzun dediğinin aksine yüksek

tansiyonda veya düşük tansiyonda da doğal tuz ile yapmış olduğunuz %26'lık `sole' yi içtiğinizde denge

sağlanacaktır.

İçtiğiniz tuz/su karışımından dolayı morfogenetik alanınız tamamen rejenere olur ve organlarınız eski

enerjilerine kavuşur. Buna benzer uygulamayı yıllarca hamam kürleri ve terapileri ile gerçekleştirmekteyiz.

`Sole' ile bir küre başladığınızda bedeninizin bataryalarına sıvı güneş ışığı vermiş oluyorsunuz. Bir inceleme

çalışması çerçevesinde şifalı bir maden ocağına gittik. Berchtesgaden' de (Almanya'da) böyle bir maden

ocağı mevcut, buna tıpta Spelyoterapi diyoruz. Buraya çeşitli alerjileri, astımları olan hastalar iyileşmeye

gönderiliyor. Böyle bir tuz madeninde tuzların iyonal etkilerinden dolayı tertemiz bir hava mevcut,

havada hiçbir toz zerreciği yok. Bunun yanı sıra şifayı gerçekleştiren başka etkenler de mevcut. Örn.

Velicka'da yerin 226 m altında bir tuz madeninin içinde gerçek bir hastane kurulu. Buraya yılda

yaklaşık 3000 hasta gelmekte ve %97'si iyileşip çıkmaktalar. Bu kadar derinlerde yerin altında

milyonlarca tonluk tuzun altında muazzam jeomanyetik frekans desenleri yayınlanıyor. Bunlar da

hastaların bedenleri üzerinde rezonans yaparak etki yapıyor. Biz deney olarak farklı hastalıklara sahip

kişileri madene götürdük. Örn. ciğerlerinde rahatsızlığı olan bir hastanın 2,5 saat sonra ciğer değerleri

tamamen normale dönmüş ve 2 saat boyunca da bu şekilde kalmıştır. Örn. bu hastalıklı ciğerin frekansı

rahatsızlığından dolayı 58 olmuş ve aslında 40 olmalı. Böyle bir durumda bu hastayı günlerce bu madene

gönderdiğimizde eninde sonunda maddesi de enerjisine uyum sağlayarak değişecektir ve iyileşecektir. Herşey

sadece zamana bağlı. Fakat herkesin böyle bir madene gitme imkanı olmadığından bu uygulamayı evde

`sole' ile gerçekleştirebiliriz. Bunun için gerçek doğal kristal tuza ihtiyacımız var, buna da jeolojik olarak

`Hallith' diyoruz. Hallith kelimesi de : hall = titreşim, lith=ışık'tan kaynaklanmaktadır.

Daha önce de anlatıldığı gibi istediğiniz kadar Ca-tableti yutabilirsiniz, fakat sadece 1 havuç yemiş kadar

kalsiyumu bedeninize almamış olursunuz. Demek ki konu miktar değil, hücrelerin alabilme kapasitesiyle ilgili.

Hücrelerimizin belli açıklık ölçüleri var, biz buna tıpta semipermiyabilite diyoruz. Ve bu yüzden hücrelere

1/100.000 gr'dan daha küçük olan her şey girebilir, daha büyük olanlar dışarıda kalmak zorunda. Bu yüzden

sebze ve meyvelerin içindeki mineraller iyonal olarak bir geometriye sahip olduklarından organik yapılarıyla

hücrelerimize girebilir ve asimile edilebilirler. Fakat yapılarını bozduğumuz minerallerin hücrelere

girebilme şansları asla olamaz. Bu da mineral ihtiyacımız için kahvaltı tabağımıza çelik bir çiviyi koymaya

benzer. Elementlerin bu şekilde hücrelerin içine girebilme durumlarına koloidal durum denir.

Doğadaki kristal tuzu endüstriyel bir şekilde çıkarma imkanımız yok, çünkü bu kristaller yıllarca basınç

altında oluşarak madenlerde damarlar içinde gelişiyor ve bunun için doğada çok bulunan kaya tuzundan

100 kg çıkardığınızda doğal sadece 1 kg kristal tuz elde edebiliyorsunuz. Fiyatının da yüksek olması

buna bağlı. Himalaya'dan gelen böyle yüksek basınç altında oluşmuş olan bir kristal tuza biyofotonemisyon

ölçümleri yapıldığında, bu da onun ışık enerjisinin ölçülmesi anlamına geliyor, başka kristal tuzlarla

karşılaştırmada bu tuzun mükemmel kristal yapısından dolayı 100 misli fazla enerji olduğu ortaya çıkıyor. Bu

tuzu doğal su ile karıştırdığınızda, kısa bir süre içinde % 26'lık `sole' dediğimiz bir karışım oluşacaktır,

Bu karışımın çok yüksek dezenfektan etkisi olduğundan uzun süre saklanabilir. Bu `sole'den her gün 1 çay

kaşığı dolusu alıp bir bardak doğal su ile birlikte içen 123 hasta üzerinde yapılan kan ve idrar testlerinin sonucu

aslında ayrıştırılamayan hayvansal albüminin bile tekrar idrarla dışarıya atılabildiği görülmüştür Kanınızda tuzdan dolayı oluşan düzen şekilleri bu kadar güçlü ! Kanınız aslında deniz suyu-benzeri bir

sıvıdan başka bir şey değil. Bu `sole'den her gün bir çay kaşığı doğal su ile karışık içtiğinizde 6 dakika

içinde elektrolit dengenizi düzeltmiş oluyorsunuz. Burada enteresan olan bedenimizin asit-baz dengesini

tuzun sağlıyor olması. Normal koşullarda bedenimizde %70 baz ve % 30 asit olmalı, fakat gıdalarımızın

endüstriyelleşmesinden dolayı bu denge %80 asit - % 20 baz'a doğru kaymış durumda. Uzun vadede fazla

ekşimeden dolayı, hücrelerimizin strüktürleri de bozulmaya başlıyor. Kanserli hastaların %90'ında kronik

ekşime olduğunu ve bu hastaların %98'inin kanlarında hayvansal albümin olduğunu biliyor muydunuz ?

Kanserin de beslenmesi gerekiyor ve sizin ihtiyacınız olmayanlarla besleniyor. Prensipte bu ana sebeplerden

kurtulmaya çalışmalısınız, doğal asit-baz dengenizi korumaya çalışın. Bunun için de doğal tuz gerekli.

Bedenimizde kan dolaşımı sistemimiz olduğu gibi bir de kapalı tuz devir daimi mevcut. Gıda aldığınızda

kanınızdaki tüm tuzlar uyarılır ve sindirme işlemi için yardımcı olurlar.

Yemeği ağzınıza aldığınız anda kanınızdan tuz midenizin hücrelerine doğru yönlendirilir, orada ayrıştırılır, yani

iyonize olur, klor iyonu bedeninizdeki suya gider onun sadece hidrojenini alır ve hidroklorürü oluşturur. Bu

hidroklorür sayesinde biraz önce yediğiniz yemekler parçalanır, fakat hazmedilemez. Bu işlem tuzdan

ayrıştırılan sodyumun karbondioksit ile sodyum bikarbonat oluşmasıyla gerçekleşir. Daha önce yediğinizi

asitlerle parçaladıktan sonra bu bazlı bileşim hazmettirmeye yarıyor.. Bütün bu işlem bittikten sonra tuz tekrar

kanınıza geri dönüyor ve böylece sizin asit-baz dengenizin korunmasını sağlıyor. Midenizde zaman zaman

ekşime hissettiğinizde bir bikarbonat hapı aldığınızda, aslında hidroklorür üretimini teşvik etmiş olduğunuzun

farkında değilsiniz. Bedeninize kendi muhteviyatında ne varsa onu vermelisiniz, böylece kendi kendini

nötralize edebilecektir. Bu `sole' sayesinde bedeninizden atıkların çıkması sağlanacaktır. Örneğin et

yediğinizde, bedeninizde çürümek zorunda. Çürüme işleminden sonra atıkları çok hızlı bir şekilde

atamayınca kanda yine fazla ekşime oluşuyor. Bu da bağırsaklarda çürüme işlemine sebep oluyor. Böyle

bir durumda `sole' içme kürü uyguladığınızda birkaç gün ishal olacak ve bedeniniz kendi kendini

rejenere edecek. Sadece bir çay kaşığı `sole' ile 6 dakika içinde bedeninizde bulunan 650 çeşit mikrop,

bakteri, virüs ve mantar çeşitlerini nötralize edebileceğinizi biliyor muydunuz ? Bu da doğal olarak,

bedeninizde tekrar strüktür, geometri, koruyucu duvarlar oluştuğu için böyle gerçekleşecektir. Eğer herhangi

bir cilt hastalığınız varsa, doktorunuz size denize girmenizi önerecektir, çünkü burada ihtiyacınız olan

titreşim desenleri mevcut, bedeniniz tekrar bu enerjiler ile dolacaktır. Özellikle cilt sorunlarında

bedeninizin içinde bir şeyler olduğunu düşünmelisiniz, çünkü cildimiz en büyük boşaltım organımız. Bu

yüzden yüzünüzdeki her sivilcede içerideki düzensizliği görmeye çalışın. Çoğunlukla kanımız temiz

olmadığında dışarıya sivilce, siğil, ben, mantar olarak yansır.

Kanınızı temizlediğinizde, ona tekrar strüktür, geometri kazandırdığınızda, ister `sole'/su karışımı

içerek, ister sadece `sole' cilde sürerek bunu yerine getirebilirsiniz. Zaten mantar da sadece strüktür,

yani geometri olmayan ortamlarda büyüyebilir ve çoğalabilir. Mesela deokristallerini kullandığınızda,

koltuk altınızdaki cildinizin alanını nötralize etmiş oluyorsunuz. Diğer deodorantları kullandığınızda terlemeniz

engellenmeye çalışılıyor, fakat terlememiz gerekli. Sadece neden kötü koktuğumuzu düşünelim. Fazla

ekşimeye maruz kaldığımızdan burada bakteriler oluşabiliyor, bunlar da kokulara sebep oluyor. Bu küçük

deokristaller ile bu alanı nötralize edebilirsiniz ve böylece bakteriler için meydan oluşmaz. Bu nötralize

işlemini solunum yolu hastalıklarında `sole'ile buğu yaparak da uygulayabilirsiniz. Tuzlu suyun buharını

teneffüs ettiğinizden 25 dakika sonra balgamınızla birlikte belki 10 yıl önce içmiş olduğunuz

antibiyotikler bile çıkacaktır. Bu doğal tuzu yemeklerinizde de kullanmalısınız, çünkü bedeninizde ne kadar zararlı madde varsa, bu tuzun etkisiyle nötralize olacak ve zamanla atılabilecektir. Profesyonel sporcular da elektrolit dengelerini sağlayabilmek için bu tuzu yalıyorlar ve böylece kas tutukluğuna sebep olan

magnezyum eksikliği meydana gelmemiş oluyor.

Genelde bağımlılık durumlarında beden kendi eksik olan ihtiyacını başka birşey ile karşılamaya çalışıyor.

Örneğin şeker de aynı rafine edilmiş tuz gibi çok agresiftir. Mesela şekere düşkün olan çocuklara bir süre

`sole'/su karışımı her gün verildiğinde, şeker arzuları azalacaktır ve dengeye gireceklerdir. Biz bunu

eroin bağımlılarında uyguluyoruz ve %60'ında başarılı olmuş durumdayız, çünkü bedenlerindeki dengeden dolayı artık eroine ihtiyaç duymuyorlar.

Cilt hastalıklarında bütün vücudu %1'lik 37 derecelik

bir tuzlu suya soktuğumuzda, bu suyun içinde banyo yaptırdığımızda, vücut sudan ihtiyacı olduğu her

şeyi alabiliyor ve sanki 4 gün boyunca oruç tutmuş gibi zararlı toksinlerini cilt vasıtasıyla atabiliyor.

Bize 12 yaşında tüm cildi yaralarla kaplı, nörodermitis teşhisli bir hastayı getirdiler.

Ailesi tüm başvurulabilecek yerlere başvurmuştu ve hastalığın iyileşmez olduğu düşüncelerle sonunda bize

gelmişlerdi. Biz kızın tüm kortizon ve antibiyotiklerini kestik ve 3 ay boyunca su- tuz kürleri uyguladık. Bu

sürenin sonunda kızın tüm yaraları geçti ve iz bile kalmamıştı. %1lik kürleri gözlerimize de uygulayabiliriz, her

gün 4-5 dakika boyunca 2 defa tuzlu suyla göz banyoları yaparsak, gözlerimiz daha parlak, bakışlarımız daha

berrak olacaktır. Aynı şekilde su-tuz karışımını dişlerindeki asitlerden oluşan taşları temizlemek için de

uygulayabilirsiniz, her gün dişlerinizi bu suyla fırçalayıp istikrarlı bir şekilde devam ederseniz taşların gittiği

gibi dişlerinizin de beyazladığını görebilirsiniz. Yüzünüze krem yerine, nemlendirici olarak da tuz-su

karışımını sürebilir, cildinizin nem dengesini sağlayabilirsiniz.

Bedeninizde herhangi bir dokunun strüktürel

yapısı değişmeye başlamışsa, orada kanser oluşacaktır. Bunun için yine üst nanometrekerde bulunan belli bir

dalga boyuna ihtiyacınız var. Bunu da dışarıdan tuz kristal lambaları ile yapabilirsiniz. Havada dengeli bir iyon

potansiyeline ihtiyacımız var, mesela havadaki negatif iyonlar pozitiflere göre 2/3 oranındaysa aynı deniz iklimi

gibi bir ortam yaratmış oluruz.

Tuzun titreşim frekansı aynı bizim bedenimin frekansı gibi olduğundan bu da tuz kristal lambalarında

kullanılmakta. Örneğin bizim beynimizin elektriğini ölçtüğümüzde 8 Hertz civarındadır, aynı frekansı bu

lambalarda vermekte. Televizyon seyrederken 100 - 160 Hrtz. civarında frekanslara maruz kalıyorsunuz. Bu

yüzden neden bir süre sonra sinirli olduğunuz belli: bedeniniz 20 misli frekansa maruz kalıyor Lütfen buradaki

konuyu sadece su ve tuz olarak ele almayalım, esas konumuz enformasyon ve bilinç. Böyle baktığınızda

bedeninizin mükemmel bir araç ve şuurunuzun da efendi olduğunu göreceksiniz. Sizin her şeyi elde

edebilmeniz sadece kendi sınırsızlığınıza bağlı. Bunun için de önce her şeyi bilmeniz ve anlamanız gerekiyor.

Kararlarınız içgüdülerinize, duygularınıza göre belirleyin, sadece mantığınıza göre değil.

Bu şekilde doğru yolda ilerlersiniz. Zaman zaman da sorunlarınız olduğunda, unutmayın ki her dezavantaj kendinde çok daha

büyük bir avantajın çekirdeğini barındırmaktadır. Bunu sadece görmelisiniz. İyi veya Kötü diye hiçbir şey yok.

Her şey sebep ve sonuçtan oluşuyor. Şu an oynayan film kendi çevirdiğiniz filminiz ve onu her istediğinizde

değiştirebilirsiniz. Bu sizin bilinçlilik, şuurluluk durumunuza bağlı. Ve yardıma ihtiyaç duyduğunuzda sizinle

aynı frekansta olan insanlara gidin, onlardan yardım isteyin. Idealistlere destek olun. Doğayla uyumlu olun,

çünkü doğa yalan söylemez..


Dione.com.tralt

MEDİONE  KRİSTAL TUZDAN ALMAK İSTEYENLER ŞİMDİLİK BENİMLE İRTİBATA GEÇEBİLİRLER, SEVGİLERİMLE

Bu e-posta adresini spambotlara karşı korumak için JavaScript desteğini açmalısınız